4 Mart 2012 Pazar

PORTRE : HOLLYWOOD’UN DAHİSİ CHRISTOPHER NOLAN



Film çekmek dünya üzerinde yapılabilecek en güzel işlerden biridir kesinlikle.Beyinlerden kamera önüne akan bir fikri canlandırmak,bir dünya yaratıp hikayeye yön vermek muhteşem bir şey olmalı.İşte bunu en iyi şekilde başaranlardan biri Christopher Nolan.Sadece yönetmen değil eşsiz bir senarist ayrıca.Kurgu konusunda ustalaşmış,filmlerinde yarattığı dünya ve atmosfer sayesinde izleyiciyi içine çekmeyi her seferinde başarmış bir İngiliz.Çektiği 7 filmden 5’i IMDB Top 250 listesinde bulunan bir isim.Anormal,yenilikçi,sıra dışı,yaratıcı...Kimse Hollywood’un bu yeni prensine boşuna dahi demiyor anlayacağınız.

Şu sıralar adından en çok söz ettiren yönetmen olan Nolan 30 Temmuz 1970’de Londra’da doğdu.Babası İngiliz bir reklam yazarı,annesi Amerikalı bir hostesti.Yönetmenlik küçük yaşlarda ilgisini çekmeye başlamıştı.7 yaşındayken babasının kamerasıyla ilk kısa metrajlı filmini çekti.O zaman karar vermişti.Eğitimini de bu yönde alacaktı.

Orta öğrenimini Haileybury and Imperial Service College’de tamamladıktan sonra lisans eğitimi için University College London’a geçti.Burada İngiliz Edebiyatı okudu.Yönetmenlik ve senaristliğe iyice alışmaya başlamıştı.Okulda sürekli kısa metrajlı filmler çekiyordu.İleride adından çok söz ettirecek bir yönetmene dönüşmesinin tohumları atılıyordu.Sırada ilk uzun metrajlı film deneyimi vardı artık.
 

1997’de film prodüktörü Emma Thomas ile evlenen Christopher Nolan kafayı Graham Swift’in “Waterland” eserine takmıştı o sıralar.Romandaki “eşzamanlılık” öğelerine -bunun etkilerini kendisinin tüm eserlerinde görebiliyoruz zaten- kafa yoruyordu.Nolan eser üzerine yoğunlaşmışken bir gün evine hırsız girdi.Bu olaydan etkilenen yönetmen ilk özgün senaryosu olan Following’i yazdı.Hikayesinde işsiz bir yazarın,insanların evlerine gizlice girip hayatlarının ayrıntılarını çalmasını anlatıyordu.1998 yılında ise bu hikayeyi beyaz perdeye aktararak ilk uzun metrajlı filmini çekti.

Following’de Nolan’ın şimdiki tarzını göremiyorduk tam.Onun sıra dışı aklının yapabilecekleri bunların çok daha ötesindeydi.O da bunu biliyor ve herkese dehasını göstermek istiyordu.İşte Christopher Nolan’ın adını tüm dünyaya duyurduğu yapım o dönemde hayat buldu:Memento.

2000 yılında “Memento Mori” isimli kısa hikayeden beyaz perdeye uyarladığı Memento,sinema tarihinin en sıra dışı filmlerinden biri oldu.Nolan’ın hikayeyi tersten anlatarak muhteşem bir kurgu başarısı gösterdiği filmin yankıları tüm dünyayı sardı.Yönetmenin dehası hakkında ilk o yıllarda konuşulmaya başlanmıştı.

Memento sayesinde artık tüm dünya tarafından tanınan yönetmen 2002’de daha önce Norveç versiyonu yapılmış,Al Pacino,Robin Williams ve Hilary Swank’in yer aldığı Insomnia filmini tamamladı.İki Los Angeles cinayet masası dedektifinin 17 yaşındaki bir kızın öldürülmesini araştırdığı yapım ilgi gördü fakat insanlar hala Memento’nun sarsıcı etkisindeydi ve yeterince tatmin olmadı.
 

Ve Christopher Nolan bu filmden sonra kafasındaki çılgın projeyi hayata geçirmek için kolları sıvadı.Hedefte bu sefer çok daha dikkat çekici birinin hikayesi vardı:Bruce Wayne,yani nam-ı değer Batman.Daha önce 2 farklı yönetmen tarafından sinemaya aktarılan bu süper kahraman hikayesi özellikle Joel Schumacher’in çektiği filmlerle adeta mundar edilmişti.Batman’in karizması yerle bir olmuş,ağır başlı bir kahraman yerine tam bir şaklaban olmuştu.Bu nedenle Batman projesi son derece riskliydi ancak birinin Bruce Wayne’e kaybettiği itibarını geri kazandırması şarttı.Bunu yapacak kişi de Christopher Nolan’dan başkası değildi.

Üç filmlik bir seriden oluşacak Batman projesinin ilk ayağı olan Batman Begins 2005 yılında gösterime girdi.Usta oyuncuların bir araya toplandığı yapım özlenen Batman’i geri getirmekle kalmadı,daha da öteye taşıdı.Suçla mücadelenin en büyük simgesi hak ettiği yeri nihayet bulmuştu.Eski versiyonlardaki renkli ve esprili yapı yerini olması gereken karanlık atmosfere bırakmıştı.Yenilikçi yönünü çok iyi gösteren Christopher Nolan bu işin de altından başarıyla kalktı.

Batman Begins’den yalnızca bir sene sonra,2006’da benim sinemaya bakış açımı değiştiren filmi yaptı:The Prestige.Christopher Priest’ın romanından uyarlanan ve iki ilizyonist arasındaki rekabeti anlatan film tam anlamıyla başyapıt mertebesine yükseldi.Oyunculukları,karanlık atmosferi,kusursuz kurgusu ve eşsiz finaliyle o zamana kadar yapılan en kaliteli eserlerden biriydi.Yüz kere de izlense tüyleri diken diken eden,hep aynı muhteşem hissi veren nadir filmlerdendi.Nolan,The Prestige’le herkese uyarlama senaryo nasıl olur gösterdi.Film benim için hala kainatın en iyisi ve bu yeri bir başkasının alması çok zor.
 

Artık Christopher Nolan kendini herkese kanıtlamıştı.Ne zaman film yapacağı merakla beklenir oldu.İsmi en büyük yönetmenlerin yanında hatta önünde zikredilmeye başlandı.Dev bir isim olmuştu ve yürümeye devam ediyordu.

2008 yılında sıra tekrar Batman’e gelmişti.Serinin ikinci filmi The Dark Knight duyurulduğunda yer yerinden oynadı.İlk geldiği gün gösterime girdiği ülkelerin salonlarında izdiham yaşandı.The Dark Knight’ı izleyen herkes onun sadece bir süper kahraman filmi olmadığını gördü.Bundan çok daha öteydi.Nolan bu hikayeyi başka bir boyuta taşıyor,yeni bir başyapıt yaratıyordu.90’larda yerin dibine sokulan bir ucubeyken Nolan’la herkesin tüylerini diken diken eden bir efsaneye dönüşmüştü artık.Durdurulamazdı.

2010 senesinde ise ortalığı karıştırmak için geri döndü başarılı yönetmen.Bu sefer hepsinden farklı ve sarsıcı bir yapımla geliyordu.Tozu dumana katmak ve insanların kafalarını allak bullak etmek vardı aklında.Yeni filminin adı Inception’dı.O zamana kadar yapılmışlar arasındaki en farklısı buydu.Uzun süredir hayata geçirmeyi planladığı,tepeden tırnağa kendisinin yazdığı bilim kurguyla karışık bir maceraydı bu.Rüyalar üzerine kurulu bir macera.Nolan Inception’la öyle bir dünya yarattı ki,filmi izleyenler günlerce etkisinden kurtulamadı.Üzerinde teoriler ve tahminler yürütüldü,günlerce felsefesi tartışıldı.Usta yönetmen sıra dışı işlerine bir yenisini eklemişti.Artık tüm dünya Christopher Nolan diyor başka bir şey demiyordu.

Şu günlerde ise bu dahi adam Batman projesinin son filmi “The Dark Knight Rises” üzerinde çalışıyor.Yapım Temmuz ayında gösterime girecek.
 

Christopher Nolan filmlerinde aynı öğeler üzerinde duran,kendine has bir yönetmen.Hikayelerini ustalıkla kurgulamayı artık çocuk oyuncağı haline getirmiş durumda.Kafa karıştırmayı çok seviyor.İnsanların akıllarının çalışmasını ve meşgul olmasını hedefliyor.Twistler ve gizem her eserinde mevcut.Ama benim Nolan’ı asıl sevmemin sebebi filmlerinin hepsinde karanlık bir atmosferin hakim olması.Film noir tarzına yaklaşan,kasvetli havanın var olduğu dünyaları yaratmayı çok iyi başarabiliyor.Bütün filmlerinde bunu görebiliyoruz.Örnek vermek gerekirse Gotham City’i kafamda nasıl canlandırdıysam aynen o şekilde yaratmış,kasvetli ve can sıkıcı.Karanlık bir atmosferin gerekli olduğu yerlere o kadar dozunda dokunuyor ki hayran kalmamak elde değil.Sonuç olarak şaşırtmacalı kurgular,gizem ve karanlık atmosfer Nolan’ın tarzı ve işi.

Gelelim bu deha ile ilgili bilmediğimiz bir kaç yöne.Kendisi renk körü,kırmızı ve yeşili göremiyor.James Bond’u çok seviyor ve onun bir filmini çekmek istiyor.Stanley Kubrick ve Ridley Scott hayranı.Ayrıca 3 boyutlu film teknolojisi gözlüklerden kurtulana kadar böyle bir film çekmeyeceğini açıkladı.Kısacası bu tarz filmlere karşı.

Christopher Nolan yönetmen ve senarist olarak tam bir dahi.Eline aldığı her türlü projeyi başyapıt yapabilmekte.Eğer o bir film çekmişse hiç düşünmeden gidilir,orası kesin.Yaşayan yönetmenler içinde benim için en iyisi ve öyle kalmaya devam edecek.Akademi ne kadar hakkını yese de izleyicileri onu gereken yere çoktan koydu.”In Nolan,we trust” diyerek yazıyı sonlandırıyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder