30 Ocak 2012 Pazartesi

SİNEMADA İZLEDİĞİM FİLMLER – OCAK 2012

Yeni yılın ilk ayıyla birlikte sinema maratonumuz yoğun bir şekilde devam etti.Mutfaktan taptaze çıkmış yapımlar birer birer vizyona girdiler.Biz de kayıtsız kalmadık tabi.Haydi Ocak ayına bir bakalım,neleri izlemişim.



The Rum Diary – Tutku Günlükleri : Yüksek beklentiyle gidip büyük hayal kırıklığına uğradığım bir film oldu bu.O kadar gösterişsiz ve albeni yoksunu ki,yer yer uyuyakaldım diyebilirim.Filmin teması 1950’lerde New York’lu bir gazeteci olan Paul Kemp’in (Johnny Depp) Amerika’daki hayatını bırakıp Porto Rico’da bir gazetede çalışmaya başlaması ve burada yaşadıkları üzerine kurulu.Kemp ada kültürü ile burada yaşayan yabancılar arasındaki dengeyi kurmaya uğraşırken,gazetedeki Amerikalı sütü bozuklardan da kendini korumaya çalışıyor.Film çok sıradan.Dediğim gibi gösterişsiz ve albenisiz.Nereye varmak,ne anlatmak istediği belli değil.Komedi temelli senaryosu bunu başarmaktan çok uzak ve vasat.Johnny Depp için bile çekilmez.Filmin tek izlenebilir yanı insan olduğundan şüphe ettiğim muhteşem güzellik Amber Heard.Gerisi boş,para israfı.Ancak evde izlenir.











Zenne – Dancer : Zenne bu ayın hoş filmlerinden.Zennelik yapan Can,ailesinin doğudan büyük şehre okumak için gönderdiği Ahmet ve gezdiği ülkeleri fotoğraflayan Alman Daniel’in imkansız dostluğu anlatılmaya çalışılıyor yapımda.Bu üçlünün ortak yanı ise cinsel tercihleri.Böyle derin bir konuyu ele alan film bence başarılı olmuş.Özellikle ikinci yarısıyla ağırlaşarak etkileyici bir drama dönüşmekte.Yaşadığımız toplumda bu tercihler yüzünden ne kadar zor şartlarla karşılaşıldığını çok güzel gözümüze sokuyor bir kere.Toplum baskısının bu insanların hayatlarını nasıl kısıtladığını,nasıl zehir ettiğini görüyoruz.Aslında ne kadar yalnız olduklarını,birbirlerinden başka tutunacak ve güvenecek kimseleri olmadığını anlıyoruz sonunda.Senaryo güzel,oyunculuklar harikulade.Homofobik karaktere sahip olanların bile seveceği bir film Zenne.Gerçek bir olaydan esinlenilmiş bu yapımı gönül rahatlığıyla izleyebilirsiniz.










The Girl With The Dragon Tattoo – Ejderha Dövmeli Kız : Çok uzun süredir beklediğim filmlerdendi kendileri.Geçtiğimiz yılın Ekim ayında filmle ilgili bir tanıtım yazısı da yazmıştım.İsveçli yazar Stieg Larsson’un kaleme aldığı Millenium üçlemesinin ilk kitabı olan Ejderha Dövmeli Kız,dünyada çok ses getirmiş ve diğer kitaplarla birlikte İsveç yapımı olarak beyaz perdeye taşınmıştı.Dünyaca tanınan yönetmenlerden biri olan David Fincher ise bu ünü çok önceden duymuş ve filmi Hollywood’a uyarlamayı kafasına koymuştu.Yapım Araştırmacı-Gazeteci Mikael Blomkvist ve gizemli kız Lisbeth Sandler’ın kendilerini yıllar önce kapanmış bir cinayet davası araştırmasının ortasında bulmalarını anlatmakta.Çıkardığı işlerden hiç kuşku duymayacağımız Fincher,yine güzel bir eser ortaya koymuş fakat İsveç yapımı filmin çok da dışına çıkmamış.İlk versiyonun çekildiği mekanlara sadık kalarak aynı yerleri kullanan yönetmen sayesinde filmi izlerken hiç yabancılık çekmedim.Yapımın kritik ve akılda kalıcı sahnelerinde orijinaline göre bir takım nüanslar beklesem de bunu yakalayamadım açıkçası.Yine de tek başına bakıldığında çok başarılı bir film olduğunu söylemek doğru olur.İsveç yapımı filmi izlemediyseniz çok iyi bir iş çıkarıldığını fark ediyorsunuz.Karanlık ve gizemli atmosferiyle,hiç düşmeyen heyecan dolu temposu izleyiciyi hep tetikte tutuyor.Oyunculuk konusunda ise başroldeki Rooney Mara son derece iyi bir iş çıkarmış ancak Daniel Craig için aynısını söyleyemeyeceğim.Zaten bildim bileli beğenmem kendisini.Bu kalibredeki bir yapımın adamı değil.Son bir uyarı vermek gerekirse filmi çok geç matinelerde izlemeyin zira 160 dakika sürüyor.Bu yapımla ilgili Ekim ayındaki tanıtım yazımı ise buradan okuyabilirsiniz.








The Iron Lady – Demir Leydi : Fransız ve İngiliz yapımı bir dönem filmi.2 Nisan 1982’de İngiltere ve Arjantin arasında patlak veren Falkland Savaşı sırasında İngiltere’nin başında bulunan demir leydi Margaret Thatcher’ın yaşadıklarını beyaz perdeye aktaran yapım,erkeklerin sözünün geçtiği bir dönemde güçlü bir kadının nasıl dünyaya kafa tuttuğunu gözler önüne seriyor.Konuya Thatcher'ın İngiltere'nin başına geçiş öyküsü ile giriş yapan film açıkçası bana çok çekici gelmedi.Diğer dönem filmlerinde görebileceklerimizden farklı bir şey sunmuyor.Yer yer ağır ilerleyen temposu izleyiciyi olaydan koparabiliyor.Politikayla ilgili olmayanları sıkabilecek bir yapım.Filmin en çok dikkat çeken yanı tabi ki başroldeki Meryl Streep.Hatta filmin usta oyuncuya bir Oscar daha getirmesi için çekildiğini düşünmedim değil.Başrolde ondan başkası olamazdı kesinlikle.Sözün özü evde izlenebilecek  bir yapım.Hele dönem filmleri ilginizi çekmiyorsa hiç size göre değil.








Bu filmlerin dışında Melancholia’yı izleyemediğim için üzüldüm.Gitmek için ayın son haftasına bıraktığım bu filmin Anadolu Yakası’ndaki tüm sinemalarda gösterimden kalktığını acı da olsa öğrendim.Onu da evde izlemek nasip olacak diyelim.Önümüzdeki ay yeni filmlerle görüşmek üzere şimdilik hoşça kalın.

1 yorum: